27 Nisan 2013 Cumartesi

Ne oldu …

Sık sık birlikte oldukları yakınları; yeni yaptırdıkları evlerini hafta sonları kullanıyorlardı. İstanbul’un yoğunluğunda kaçmak ve yeşillikler içinde sakin bir hafta sonu geçirmek için ideal bir yer olduğunu düşünüyorlardı. Öyleydi. Evleri kullanışlı, misafir ağırlayabilecek kadar büyüktü. Evin bulunduğu yer, içinde dereler akan nadir köylerden birindeydi. Dere suları beton arklar içinde lıkır



 lıkır sesler çıkararak evlerin arasından aşağılara doğru süzülüyordu. Yazın yaklaştığını haber veren sıcak ilkbahar günü için; köye gitmek iyi fikirdi. Aile yakınlarının köylerine gitmeye karar vermişlerdi. Dedenin çocukluğu zaten bu köyde geçmişti. Köyde yaşayanların çoğu uzaktan veya yakından akrabalarıydı.
Cuma akşamından; ev sahiplerinin nazik davetleri onları mutlu etmişti. Cumartesi günü köye gitmeye karar verdiler. Torunları da köye gelecekti.
Cumartesi günü öğlen üzeri feribotla Yalova’ya geçtiler. Dede mutluydu. Gerek yolculuk sırasında, gerekse köyde torunuyla her zamanki gibi uzunca vakit geçirdi. Küçük çocuğun anlayabileceği seviyede; geminin suda nasıl hareket ettiği, denizdeki balıkları neden o sırada göremedikleri, nereye gidildiği hayat dersi konusu oldu. Çocuk saflığı içinde sorulan “köy ne demek” sorusunun cevabını da birlikte bulmaya çalıştılar. Köye vardıklarında ilgi odağı olan çocuk; önce evin bulunduğu yakın çevreyi, sonra köy meydanına kadar olan geniş çevreyi tanıma fırsatı buldu. Dede torun birlikte derenin akışını seyrettiler. Çalılıklar arasında buldukları sopa parçası ile sularla oynadılar. Musluğu olmayan ve sürekli akan köy çeşmesinden su içtiler. Su içerken ellerinden sıçrayan suların üzerlerini ıslatmasına aldırmadan suları karıştırdılar.
Havanın yeni ısınmaya başladığı ilk günlerde, henüz yeni şekillenmeye başlayan dutları, incirleri, erikleri, elma ve armutları dallarından koparmadan ellerine aldılar. Hayat dersi devam ederken; ceviz ağaçlarından sarkan polen dolu ceviz çiçeklerini yakından incelediler. Bal arılarını ve eşek arılarını takip ettiler.
Akşama kadar vaktin nasıl geçtiğini anlayamadılar. Çocuğun alışık olduğu öğle uykusunu atladılar. Onun yerine köyün güzelliklerine ve diğer çocuklarla birlikte geçirilen oyun zamanına vakit ayırdılar.
Güneş altında kaldıkları yüzlerinden belli oluyordu. Şapka takmalarına rağmen burunları ve yanakları hafifçe kızarmıştı.
Akşam ayrılma vakti geldiğinde; köyde kalan ev sahipleriyle vedalaştılar. Mutlu ve huzur dolu bir gün geçirmişlerdi.
Araba hareket ettikten kısa süre sonra çocuk uykuya daldı. Hoş olduğu kadar yorucu geçen günün sonunda çocuğun uyuması beklenen bir durumdu.
Tekrar feribotla İstanbul tarafına geçtiler. İskeleye yaklaşırken çocuk uyandı. İncir çekirdeğini doldurmayacak huysuzlukla çocuğun mızıldanması üzerine babasının gösterdiği tepki huzur ortamına tüy dikti. Genç olmanın verdiği toyluk olarak ifade edilebilir miydi? “Çocuk çocuktur” diyememişti. Çocuğun günü yoğun ve yorucu geçmişti. Alışık olduğu öğlen uykusu aksamıştı.  Çocuğu anlamak yerine, gösterilen dozu yüksek tepki, huzur ortamını tedirginliğe bıraktı. Uykudan yeni uyanmış çocuğu sevgi ile kucaklamak ve onu anlamaya çalışmak daha doğru olmaz mıydı? Ortaya konan davranış; anı paylaşan diğer aile üyelerini yaraladı. Dede ve babaanne rahatsızlıklarını yutmak durumunda kaldılar. Kalpleri incinmişti. Kendi evlerine geldiklerinde çocuklarını uğurlarken her zamankinden daha sessiz ve sözlerini biraz daha seçerek vedalaştılar. Bütün gün kuş gibi cıvıldayan torunları artık ses çıkarmıyordu.  Çocuğun gün boyu süren mutluluğu yerini tarifi zor bir sessizliğe bırakmıştı. Çocuğun yüzündeki korku ifadesi, babanın sert davranışları; dede ve babaanneyi yaralamaya yetmişti. Çocukları arabalarıyla evlerine doğru uzaklaşırken babaannenin gözyaşları hıçkırıklarına karışmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder