24 Kasım 2014 Pazartesi

Beş yaş dönemimiz

Önceki sene, üç yaş döneminde “okullu olabilir miyiz?” denemesi yapmıştık. Üç-dört günlük okul hayatımız sonrasında zamanının gelmediğine, henüz erken olduğuna karar vermiştik.
Neden böyle bir deneme yapmıştık?
Yeni doğan dönemi ve üç yaşına kadar olan süreçte bebeklik dönemini yaşamıştık. Bebek bakımının doğal akışı içinde dede-torun bağları gittikçe kuvvetlenmişti. İki taraflı sevgi sarmalını yaşıyorduk. Allah’ın insana verdiği bu doyurucu duygunun kelimelere sığmayacak kadar büyük ve tarifi güç bir mutluluk olduğunu
yaşıyordum. Halâ daha bu durumu yaşıyorum.
Üç yaşına gelinceye kadar inisiyatif  tek taraflıydı. Dedenin kıyafet seçimi, yiyecekler konusundaki belirleyiciliği,  ne zaman parka gidileceği, uyku zamanının gelip gelmediği tek taraflı kararlarla oluyordu. Bütün
davranışlarımda torunumun bir birey olduğunu, bebek olması yanında bir yetişkin kadar saygı gösterilmesi gereken insan olduğunu aklımdan çıkarmıyordum. Konu ile ilgili kitaplar okumaya ve yakın çevremle konuşarak başkalarının tecrübelerinden de yararlanmaya çalışıyordum. Kendi çocuklarımla yaşayamadığım yeni
tecrübeler edinmişitim. Bir taraftan emek veriyor, diğer taraftan torunumla birlikte olmanın  tadını çıkarıyordum.
Üç yaşına geldiğimiz günlerde; önceki dönemde bebek olarak nitelebilenecek davranışlar değişmeye başlamıştı. Artık isteklerini daha net anlatabilme, oyun seçme, uyku zamanı gelmesine rağmen direnç gösterme, yiyecekler konusunda giderek daha çok seçici olma özellikleri kendini belli ediyordu. Tam gün süren beraberliğimizi sadece çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak ve ona göz-kulak olmak anlayışının ötesinde bir yaklaşım göstermek durumundaydım. Günümüzün her aşamasını aynı zamanda eğitim fırsatı olarak da görüyorduk. Parklarda diğer çocuklarla iletişimimiz, oyuncaklarımızı paylaşmamız, birlikte oynamamız, kuşlar, böcekler, çiçekler ve karşılaştığımız bir çok ayrıntı eğitim fırsatı oluyordu. Elmanın içinden çıkan minik kurdun ne kadar sevimli olduğunu, yağmur sonrası ortaya çıkan salyongozların hareketlerini, kiraz ağacındaki çiçeklerin meyveye dönüşmesini ilgiyle takip eder olmuştuk. Sahil kenarındayken suda yem arayan balıkları, sıcak yaz günlerde su kabı hazırlanması gereken hayvanları ... ... yaprakları, yağmur damlalarının anlamını keşfediyorduk. Kedileri, köpekleri, arıları seviyor, yakından inceliyor, bazen de onlara elliyorduk. Sonrasında neden ellerimizi yıkamamız gerektiğini birbirimize anlatıyorduk. Kelebeklerin uçuşmasını takip ediyorduk. Çevremizde olan bitenleri halâ daha anlamlandırmaya  devam ediyoruz.
Üç yaşını geçtiğimiz dönemde tam gün birlikte olmanın yıpratıcı yanları ortaya çıkmaya başlamıştı. Sanki zamanı değerlendirme konusundaki yeterliliğim doyuma ulaşmıştı. Ev içinde ya da dışarıda birbirimizden hiç ayrılmadan sürekli birlikte olmak diğer çocuklarla arkadaşlık kurmanın önünde bir engel miydi? Parkta oynarken dedesinin de sürekli yanında durması normal miydi? Oyuna daldıklarında biraz uzaklaştığımda beni kontrol ettiğini görüyordum. Bir taraftan güven duygusunu yıpratmamalıydım. Diğer taraftan başka çocuklarla da iletişim becerileri gelişmeliydi. Park arkadaşlığı onu mutlu ediyordu. Ama dede de fazla uzaklaşmamalıydı. Torunumu kaygılandıracak davranışlardan kaçınmaya özen gösteriyordum. Oyuna daldığında aradaki mesafe biraz artırmaya çalışıyordum. Arada bir başını kaldırdığında göz göze geliyorduk. Aradaki mesafe biraz açılsa bundan rahatsız olduğunu görebiliyordum. Oyunu bırakıp dedesine yakın olmayı tercih edebiliyordu. Sonrdan bu durumun giderek azaldığını görecektim.
Acaba yarım gün bile olsa, bir ana okulu, iletişim becerilerinin daha hızlı gelişmesine katkı sağlayabilir miydi?
Okullu olmayı denedik. Okula gidinceye kadar sorun yok. Okullu olmak istiyor, ama okul kapısında ayrılmamız gerektiğinde çocuğun tepkileri ikimizi de yıpratacak görünüyordu. Bir kaç saat süren üç günlük deneme sonrasında okullu olmayı ertelemeye karar verdik. Henüz erkendi. Alışkın olduğumuz günlük yaşamımıza dönmüştük. Havanın durumunu da gözeterek bazen ev yakınında bazen uzak sayılabilecek mesafelerde İstanbul’un tadını çıkarıyorduk. Hava çok sıcaksa öğleden önceki serin zamanları seçiyorduk. Ya da akşam güneşin batmasına yakın dönemde gölgelik parkları dolaşıyorduk. Çok soğuklarda bile süreyi kısaltarak açık havaya çıkmaya özen gösteriyorduk.
Okulların açılacağı dönem yaklaştığında artık dört yaşına yaklaşan bir çocuk olmuştuk. Daha olgun, ana okuluna gitmeye daha istekli olduğumuzdan bir kez daha okul denemesi yapmaya karar vermiştik. Aradan geçen sürede annemiz ile birlikte yedi okulu inceleme fırsatı bulduk. Sonunda şimdiki okulumuzu seçmiştik. Okulun ilk günlerinde, her dışarı çıktığında dedesini karşısında bulacak şekilde tam gün okul kapısında beklemek kararlılığım değişmedi. Bunu yaparken hiç sıkılmadım. Vaktin çoğunu kitap okuyarak değerlendirdim. Okul girmek istemediği bazı günler okul kapısında birlikte bekledik. Arkadaşlarımızın bir kısmı istekli olarak, diğerleri ağlamalar eşliğinde içeri girerlerken okul bahçesindeki oyun parkında birlikte oynadık. Bazı günler okul içine girmemiz öğlene kadar sürdü. Bu aşamadaki temel düşünce güven duygumuzun zedelenmemesiydi. Bir şekilde okula girme konusunda çocuk karar veriyor ya da razı oluyordu. Öğretmenlerimiz de bizim bu tutumumuza uyum göstermişlerdi. Okula almak konusundaki baskılara karşı ön almıştık. Çocuk okul ağlayarak girmeyecek, gönlünün istemesini bekleyecektik. Geriye doğru baktığımda; aradan geçen bir yılı aşan okul hayatımızda; ağlayarak ya da mızmızlanarak içeri girdiğimiz gün sayısının iki elin parmakları kadar olmadığını düşünüyorum. “Dedem burada” ya da “dedem biraz sonra beni alacak” duygusunu korumaya çalıştım.
Bugüne geldiğimizde; artık beş yaşımız tamamlanmak üzere. Altıncı yaştan henüz gün almadık. Allah’a şükrediyoruz. Gelecekle ilgili elbette planlarımız, ümitlerimiz, endişelerimiz var. Çocuk yetiştirmenin ne büyük sorumluluk olduğunu dede oluğum bir dönemde daha iyi fark edebildiğimi düşünüyorum. İnsanın sahip olduklarının tek başına çocuk yetiştirmeye yeterli olmadığın, Rabbimizin düzenine güvenmek gerektiğini, O’na teslimiyetin bizleri rahatlattığını hissediyoruz.
İnsan sonuçta aciz varlık. Küçük bir hastalık gecelerin uykusuz geçmesine neden olabiliyor. İlk karma aşısının yapıldığı gece sabahlamıştık. Aşıyı yapan hemşirenin “ateş yapabilir endişelenmeyin”  uyarısına rağmen o geceki çaresizliğimiz yıpratıcı olmuştu. Çocuk için bir şey yapamamanın, onu rahatlatamamanın ortaya çıkardığı duygularımıza, dualarımız eşlik etmişti.
Yaş dönemlerimizdeki belirgin farklılıklardan birisi de uyku düzenimiz. Üç yaşına gelinceye kadar öğleden önce ve sonraları uyku sürelerimiz uzun sayılabilir. Üç yaşın sonlarına doğru iki artı iki toplam dört saatlik uyku gelişim için gerekliydi.  Ana okulu hayatımızın ilk döneminde yarım gün okulda, öğleden sonra evde programı uygulamıştık. Evdeki yarım günün iki saatini uykuya ayırıyorduk. Daha uzun süreli gündüz uykuları gece uykusunu geciktirdiğinden iki saati aşmamaya özen gösterir olmuştuk. İkinci dönem ise tam gün okullu olduğumuzdan gündüz uykusunu tamamamen bırakmıştık. Okul saatleri sonrası, kısa süreli uykularımız olmuş ancak gündüz uykusunu giderek bırakmıştık.
Dört yaş sonlarında kucak istemeyi ve çocuk arabasına binmeyi bırakmıştık. Beş yaş döneminin sonuna geldiğimiz bugünlerde ise uzun mesafeli yürüyüşler yapmak sıradan bir iş oldu. Parka gittiğimizde çoğunlukla oturarak onu uzaktan izliyorum. Arkadaşlıklarını kendi kuruyor, çıkan sorunları kendi hallediyor. Çok sevdiği arkadaşları var. Onlara önem veriyor. Boyama, basit resimler yapma, kendine göre okuma-yazma becerileri kendini belli etmeye başladı.
Artık sabahları annesi okula bırakıyor, okul bitiminde servise binerek eve geliyor, dedesi akşam üstü apartman önünde karşılıyor, annesi gelinceye kadar evde dede ve babaanne ile vakit geçiriliyor, mesai sonrasında anne kendi evlerine götürüyor.
Kıyafet seçiminde seçicilik daha belirgin hal geldi. “Bu bana yakıştı mı?” ya da “bu biraz erkek şeyi, giymicem...” sözlerine aşina olduk.
Her dönemin kendi tatlılığı olduğundan yaşadıklarımızın güzelliklerini algılamaya, arada çıkan zorlukları ise gül-diken ikilisi içinde görmeye devam ediyoruz.

Torunlarımızın gelişimini izlerken; anne-babalar ve büyük anne ve büyük babalar, aile yakınları, yakın çevre ve devlet olarak büyük sorumluluklarımızın bulunduğu bilinci daha da pekişti. Çocukların ihtiyaç duyacağı ilgi, şefkat, sevgi, sabır, nezaket, estetik ve benzeri kavramların bilimsel olarak işlenmesine ihtiyaç olduğunu, çocuk yetiştirmenin “sanat eseri ortaya çıkarmak” ve “sanatçı duyarlılığı” gerektirdiği düşüncelerimi her fırsatta paylaşmaya çalışıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder