Neden böyle
bir deneme yapmıştık?
Yeni doğan
dönemi ve üç yaşına kadar olan süreçte bebeklik dönemini yaşamıştık. Bebek
bakımının doğal akışı içinde dede-torun bağları gittikçe kuvvetlenmişti. İki taraflı
sevgi sarmalını yaşıyorduk. Allah’ın insana verdiği bu doyurucu duygunun
kelimelere sığmayacak kadar büyük ve tarifi güç bir mutluluk olduğunu
yaşıyordum.
Halâ daha bu durumu yaşıyorum.
Üç yaşına
gelinceye kadar
inisiyatif tek taraflıydı. Dedenin
kıyafet seçimi, yiyecekler konusundaki belirleyiciliği, ne zaman parka gidileceği, uyku zamanının
gelip gelmediği tek taraflı kararlarla oluyordu. Bütün
davranışlarımda torunumun bir birey olduğunu, bebek olması yanında bir yetişkin kadar saygı gösterilmesi gereken insan olduğunu aklımdan çıkarmıyordum. Konu ile ilgili kitaplar okumaya ve yakın çevremle konuşarak başkalarının tecrübelerinden de yararlanmaya çalışıyordum. Kendi çocuklarımla yaşayamadığım yeni
tecrübeler edinmişitim. Bir taraftan emek veriyor, diğer taraftan torunumla birlikte olmanın tadını çıkarıyordum.
davranışlarımda torunumun bir birey olduğunu, bebek olması yanında bir yetişkin kadar saygı gösterilmesi gereken insan olduğunu aklımdan çıkarmıyordum. Konu ile ilgili kitaplar okumaya ve yakın çevremle konuşarak başkalarının tecrübelerinden de yararlanmaya çalışıyordum. Kendi çocuklarımla yaşayamadığım yeni
tecrübeler edinmişitim. Bir taraftan emek veriyor, diğer taraftan torunumla birlikte olmanın tadını çıkarıyordum.
Üç yaşına
geldiğimiz günlerde;
önceki dönemde bebek olarak nitelebilenecek davranışlar değişmeye başlamıştı. Artık
isteklerini daha net anlatabilme, oyun seçme, uyku zamanı gelmesine rağmen
direnç gösterme, yiyecekler konusunda giderek daha çok seçici olma özellikleri
kendini belli ediyordu. Tam gün süren beraberliğimizi sadece çocuğun
ihtiyaçlarını karşılamak ve ona göz-kulak olmak anlayışının ötesinde bir
yaklaşım göstermek durumundaydım. Günümüzün her aşamasını aynı zamanda eğitim
fırsatı olarak da görüyorduk. Parklarda diğer çocuklarla iletişimimiz,
oyuncaklarımızı paylaşmamız, birlikte oynamamız, kuşlar, böcekler, çiçekler ve
karşılaştığımız bir çok ayrıntı eğitim fırsatı oluyordu. Elmanın içinden çıkan
minik kurdun ne kadar sevimli olduğunu, yağmur sonrası ortaya çıkan
salyongozların hareketlerini, kiraz ağacındaki çiçeklerin meyveye dönüşmesini
ilgiyle takip eder olmuştuk. Sahil kenarındayken suda yem arayan balıkları,
sıcak yaz günlerde su kabı hazırlanması gereken hayvanları ... ... yaprakları,
yağmur damlalarının anlamını keşfediyorduk. Kedileri, köpekleri, arıları
seviyor, yakından inceliyor, bazen de onlara elliyorduk. Sonrasında neden ellerimizi
yıkamamız gerektiğini birbirimize anlatıyorduk. Kelebeklerin uçuşmasını takip
ediyorduk. Çevremizde olan bitenleri halâ daha anlamlandırmaya devam ediyoruz.
Üç yaşını
geçtiğimiz dönemde
tam gün birlikte olmanın yıpratıcı yanları ortaya çıkmaya başlamıştı. Sanki
zamanı değerlendirme konusundaki yeterliliğim doyuma ulaşmıştı. Ev içinde ya da
dışarıda birbirimizden hiç ayrılmadan sürekli birlikte olmak diğer çocuklarla
arkadaşlık kurmanın önünde bir engel miydi? Parkta oynarken dedesinin de
sürekli yanında durması normal miydi? Oyuna daldıklarında biraz uzaklaştığımda
beni kontrol ettiğini görüyordum. Bir taraftan güven duygusunu yıpratmamalıydım.
Diğer taraftan başka çocuklarla da iletişim becerileri gelişmeliydi. Park
arkadaşlığı onu mutlu ediyordu. Ama dede de fazla uzaklaşmamalıydı. Torunumu
kaygılandıracak davranışlardan kaçınmaya özen gösteriyordum. Oyuna daldığında
aradaki mesafe biraz artırmaya çalışıyordum. Arada bir başını kaldırdığında göz
göze geliyorduk. Aradaki mesafe biraz açılsa bundan rahatsız olduğunu
görebiliyordum. Oyunu bırakıp dedesine yakın olmayı tercih edebiliyordu.
Sonrdan bu durumun giderek azaldığını görecektim.
Acaba yarım
gün bile olsa, bir ana okulu, iletişim becerilerinin daha hızlı gelişmesine
katkı sağlayabilir miydi?
Okullu olmayı
denedik. Okula gidinceye kadar sorun yok. Okullu olmak istiyor, ama okul
kapısında ayrılmamız gerektiğinde çocuğun tepkileri ikimizi de yıpratacak
görünüyordu. Bir kaç saat süren üç günlük deneme sonrasında okullu olmayı
ertelemeye karar verdik. Henüz erkendi. Alışkın olduğumuz günlük yaşamımıza
dönmüştük. Havanın durumunu da gözeterek bazen ev yakınında bazen uzak
sayılabilecek mesafelerde İstanbul’un tadını çıkarıyorduk. Hava çok sıcaksa
öğleden önceki serin zamanları seçiyorduk. Ya da akşam güneşin batmasına yakın
dönemde gölgelik parkları dolaşıyorduk. Çok soğuklarda bile süreyi kısaltarak
açık havaya çıkmaya özen gösteriyorduk.
Okulların
açılacağı dönem yaklaştığında artık dört yaşına yaklaşan bir çocuk olmuştuk.
Daha olgun, ana okuluna gitmeye daha istekli olduğumuzdan bir kez daha okul
denemesi yapmaya karar vermiştik. Aradan geçen sürede annemiz ile birlikte yedi
okulu inceleme fırsatı bulduk. Sonunda şimdiki okulumuzu seçmiştik. Okulun ilk
günlerinde, her dışarı çıktığında dedesini karşısında bulacak şekilde tam gün
okul kapısında beklemek kararlılığım değişmedi. Bunu yaparken hiç sıkılmadım.
Vaktin çoğunu kitap okuyarak değerlendirdim. Okul girmek istemediği bazı günler
okul kapısında birlikte bekledik. Arkadaşlarımızın bir kısmı istekli olarak,
diğerleri ağlamalar eşliğinde içeri girerlerken okul bahçesindeki oyun parkında
birlikte oynadık. Bazı günler okul içine girmemiz öğlene kadar sürdü. Bu
aşamadaki temel düşünce güven duygumuzun zedelenmemesiydi. Bir şekilde okula
girme konusunda çocuk karar veriyor ya da razı oluyordu. Öğretmenlerimiz de
bizim bu tutumumuza uyum göstermişlerdi. Okula almak konusundaki baskılara
karşı ön almıştık. Çocuk okul ağlayarak girmeyecek, gönlünün istemesini
bekleyecektik. Geriye doğru baktığımda; aradan geçen bir yılı aşan okul
hayatımızda; ağlayarak ya da mızmızlanarak içeri girdiğimiz gün sayısının iki
elin parmakları kadar olmadığını düşünüyorum. “Dedem burada” ya da “dedem biraz
sonra beni alacak” duygusunu korumaya çalıştım.
Bugüne
geldiğimizde; artık beş yaşımız tamamlanmak üzere. Altıncı yaştan henüz
gün almadık. Allah’a şükrediyoruz. Gelecekle ilgili elbette planlarımız,
ümitlerimiz, endişelerimiz var. Çocuk yetiştirmenin ne büyük sorumluluk
olduğunu dede oluğum bir dönemde daha iyi fark edebildiğimi düşünüyorum.
İnsanın sahip olduklarının tek başına çocuk yetiştirmeye yeterli olmadığın,
Rabbimizin düzenine güvenmek gerektiğini, O’na teslimiyetin bizleri
rahatlattığını hissediyoruz.
İnsan sonuçta
aciz varlık. Küçük bir hastalık gecelerin uykusuz geçmesine neden olabiliyor.
İlk karma aşısının yapıldığı gece sabahlamıştık. Aşıyı yapan hemşirenin “ateş
yapabilir endişelenmeyin” uyarısına
rağmen o geceki çaresizliğimiz yıpratıcı olmuştu. Çocuk için bir şey
yapamamanın, onu rahatlatamamanın ortaya çıkardığı duygularımıza, dualarımız
eşlik etmişti.
Yaş
dönemlerimizdeki belirgin farklılıklardan birisi de uyku düzenimiz. Üç yaşına
gelinceye kadar öğleden önce ve sonraları uyku sürelerimiz uzun sayılabilir. Üç
yaşın sonlarına doğru iki artı iki toplam dört saatlik uyku gelişim için
gerekliydi. Ana okulu hayatımızın ilk
döneminde yarım gün okulda, öğleden sonra evde programı uygulamıştık. Evdeki
yarım günün iki saatini uykuya ayırıyorduk. Daha uzun süreli gündüz uykuları
gece uykusunu geciktirdiğinden iki saati aşmamaya özen gösterir olmuştuk.
İkinci dönem ise tam gün okullu olduğumuzdan gündüz uykusunu tamamamen
bırakmıştık. Okul saatleri sonrası, kısa süreli uykularımız olmuş ancak gündüz
uykusunu giderek bırakmıştık.
Dört yaş
sonlarında kucak
istemeyi ve çocuk arabasına binmeyi bırakmıştık. Beş yaş döneminin sonuna
geldiğimiz bugünlerde ise uzun mesafeli yürüyüşler yapmak sıradan bir iş oldu. Parka
gittiğimizde çoğunlukla oturarak onu uzaktan izliyorum. Arkadaşlıklarını kendi
kuruyor, çıkan sorunları kendi hallediyor. Çok sevdiği arkadaşları var. Onlara
önem veriyor. Boyama, basit resimler yapma, kendine göre okuma-yazma becerileri
kendini belli etmeye başladı.
Artık
sabahları annesi okula bırakıyor, okul bitiminde servise binerek eve geliyor,
dedesi akşam üstü apartman önünde karşılıyor, annesi gelinceye kadar evde dede
ve babaanne ile vakit geçiriliyor, mesai sonrasında anne kendi evlerine götürüyor.
Kıyafet
seçiminde seçicilik daha belirgin hal geldi. “Bu bana yakıştı mı?” ya da “bu
biraz erkek şeyi, giymicem...” sözlerine aşina olduk.
Her dönemin
kendi tatlılığı olduğundan yaşadıklarımızın güzelliklerini algılamaya, arada
çıkan zorlukları ise gül-diken ikilisi içinde görmeye devam ediyoruz.
Torunlarımızın
gelişimini izlerken; anne-babalar ve büyük anne ve büyük babalar, aile
yakınları, yakın çevre ve devlet olarak büyük sorumluluklarımızın bulunduğu
bilinci daha da pekişti. Çocukların ihtiyaç duyacağı ilgi, şefkat, sevgi, sabır,
nezaket, estetik ve benzeri kavramların bilimsel olarak işlenmesine ihtiyaç
olduğunu, çocuk yetiştirmenin “sanat eseri ortaya çıkarmak” ve “sanatçı duyarlılığı”
gerektirdiği düşüncelerimi her fırsatta paylaşmaya çalışıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder